kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2019 Pazartesi

Sana Söyleyemediğim Her Şey- Celeste Ng

Yayınlandığı sırada oldukça popüler olan, sanki polisiye bir romanmış izlenimi verse de duygusal yönü daha ağır basan bir ilk roman Sana Söyleyemediğim Her Şey. Kitap, 1970'lerde Ohio'nun küçük bir kasabasında yaşayan Amerikalı bir anne, Çinli bir baba ve üç çocuktan oluşan Lee ailesinin hayatını anlatıyor. Çocuklardan Lydia, travmatik bir şekilde hayatını kaybedince, dışarıdan oldukça sıradan görünen aile fertlerinin de sırları bir bir açığa çıkıyor.
Sana Söyleyemediğim Her Şey- Celeste Ng

Marilyn ve James farklı kültürlere mensup olmalarına rağmen, her türlü zorluğa göğüs gererek evlenirler. Marilyn bu evlilik uğruna doktorluk hayallerine veda eder. Ulaşamadığı hayallerinin tamamını kızı Lydia'nın gerçekleştirmesini isteyen Marilyn'in bu arzusu öyle bir hal alır ki, Lydia'ya gösterdiği özen, diğer çocuklarını ihmal etmesine yol açar. Onun için önemli olan tek şey Lydia'nın dersleri, Lydia'nın notları, geleceği, vs.'dir. 

Ancak bir gün Lydia ölür ve anlaşılır ki Lydia hiç bir zaman annesinin hayallerini paylaşmamıştır. Tek bir gün bile annesiyle aynı fikirde olmamıştır. Annesini kırmamak için "öyleymiş gibi" yapmıştır. Lydia yalnızdır, bilinenin aksine hiç arkadaşı yoktur ve istediğinde tek bir kirpiğini dahi oynatmadan yalan söyleyebilmektedir. Ailenin göz bebeği olmak, hayal kırıklığı yaratmamayı gerektirir çünkü... 
Lydia'nın gölgesinde kalan diğer çocukların ise bambaşka hikayeleri vardır. Ancak onları fark edecek bir anne ya da baba yoktur etrafta...

Kitabı okurken ağlamadım ama boğazım sık sık düğümlendi. Yazılanlar kadar yazılmadan işaret edilenler de oldukça etkiledi beni. Sana Söyleyemediğim Her Şey; hırslarını, hayallerini çocukları üzerinde tatmin etmeye çalışan çocuğunun tam olarak neyi nasıl sevdiğini bilmeyen, bilme zahmetine girmeyen, hayallerini, isteklerini merak dahi etmeyen ve çocuklarına adeta bir makine ya da yarış atı gibi davranan ebeveynleri sarsarak kendine getirecek türde bir roman. Tavsiye ederim.

23 Temmuz 2019 Salı

Olağanüstü Bir Gece-Stefan Zweig

Stefan Zweig'in tarzını çok seviyorum ve bazı okurların aksine, elime ne zaman bir Zweig kitabı alsam resmen su gibi akıyor. Olağanüstü Bir Gece, hem baş karakteri hem de insanı durup durup düşündüren cümleleriyle, benim şimdiye kadar okuduklarım içinde en sevdiğim Zweig romanı oldu.

Olağanüstü Bir Gece-Stefan Zweig
   Baron Friedrich, ailesinden kalan yüklü mirasla yaşamını sürdüren, tüm vaktini kitaplar, kadınlar ve antikalarla harcayan genç bir burjuvadır. Bir pazar günü hiç bir planı yokken, tamamen at arabacısının yönlendirmesi üzerine kendisini at yarışlarında bulur.  Kalabalık içinde bakışlarıyla kendisine kur yapan bir kadını fark eden Friedrich, kadının hoşuna gideceğinden emin olarak onu izlemeye başlar. Ancak o esnada kel ve çirkin bir adam olan kadının kocasının gelmesiyle, karşılıklı flörtleşme mecburen son bulur. Friedrich hiç hakkı olmadığı halde kadınla oynadığı oyunu bu şekilde kesen adama sinirlenir. Yarış başlamak üzeredir. Bir kargaşa yaşanır ve kadının kocası elindeki kuponları düşürür. Kuponlardan biri Friedrich'in ayağına gelir. Friedrich kuponu sahibine vermek yerine kendine saklar. Ve bingo! Yarış Friedrich'in sakladığı o tek kupona isabet eder.  Bu heyecanla yeniden bir bilet alan Friedrich'in şansı mucizevi bir şekilde devam eder ve ikinci ikramiye de o bilete çıkar. 
Friedrich'in ilk başta hissettiği heyecan bir süre sonra yerini suçluluk duygusu ve utanmaya bırakır. Çünkü hayatında ilk kez suç işlemiştir ve bu davranış, kendisi gibi bir asil bir insana asla yakışmamıştır. Friedrich mutsuzluğunun ağırlığıyla ezilerek yürümeye başlar ve yol onu bir panayıra götürür...
    Başta da belirttiğim gibi, uzun öykü tarzındaki Olağanüstü Bir Gece, hem çabuk okunan hem de etkileyici bir roman. Bence herkes bir Zweig eseri okumalı. Başlamak için de bu kitabı rahatlıkla önerebilirim. Şimdiden keyifli okumalar. 😉

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Masum Uyku-Karen Perry

Henüz bitirdiğim, etkileyici konusundan dolayı da detayları unutmadan paylaşmak istediğim bir roman Masum Uyku. Roman tüm karakterlerin ağzından ayrı bölümler halinde anlatılıyor. Bu tekniği her zaman sevmişimdir. Böylece hem  aynı olayı farklı kişilerin bakış açısından değerlendirme imkanı buluyor hem de tarafların birbirlerinden sakladıkları sırları o kişinin iç sesiyle tam da o esnada öğreniyorsunuz. Karşı taraf durumdan hala bihaber olduğundan, okuyucu sır sahibinin tek sırdaşı konumuna geliyor ve bu da romanı daha keyifli yapıyor. Bu durum ayrıca, okuyucuyu karakterle bütünleştirmenin ve onun yaşadıklarını birebir hissettirebilmenin güzel bir yolu bence.(Bu arada orjinak kapak kesinlikle daha güzel!)

masum-uyku-karen-perry
the-innocent-sleep-karen-perry Harry ve Robin, 3 yaşındaki oğulları Dillon ile Fas'ın egzotik şehri Tanca'da yaşamaktadır. O gün Robin'in doğum günüdür. Ona bir doğum günü yemeği hazırlayan Harry, aldığı hediyeyi eve çok yakın bir dükkanda unuttuğunu fark eder. Dillon uykuya dalmıştır ve oldukça derin uyumaktadır. Mesafe kısadır ve Harry, Dillon uyanmadan hediyeyi alıp gelebileceğini düşünür. Evden koşarak çıkar, ancak dükkana girdiğinde çok şiddetli bir deprem olur. Tüm şehir yerle bir olmuş, çok az sayıda bina ayakta kalabilmiştir. Maalesef  Dillon'ın içinde uyuduğu ev, bunlardan biri değildir. Ancak tüm aramalara rağmen, üç yaşındaki minik bedene bir türlü ulaşılamaz. Acıları, yasları ve değişen hayatlarıyla Robin ve Harry , kendi memleketleri olan Dublin'e dönerler. Aradan geçen 5 yılda Robin daha metin ve ayakta kalabilmiş bir anne görüntüsü sergilerken, Harry artık gülmeyen, alkolün sürekli etkisinde olan ve yaptığı resimlerle hayata tutunmaya çalışan bir adama dönüşmüştür.
 
Bir gün Dublin'in meydanında devam eden protesto gösterilerinin arasında kalan Harry, kalabalıkta bir kadınla, onun ellerinden tutup yürüyen, yaşasaydı Dillon'ın olacağı yaşlarda ve Dillon'a inanılmaz şekilde benzeyen bir çocuk görür. Yıllardır vicdan azabıyla yanan ve her yıl oğlunun biraz daha büyümüş portrelerini çizen Harry için bu durum hem bir mucize hem de büyük bir şoktur. Kalabalığı yararak kadınla çocuğun peşine düşen Harry onlara yetişemez ancak son anda plakasını alabildiği bir arabaya bindiklerini görür. Harry cesedi asla bulunmayan oğlunun öldüğünü hiçbir zaman kabul edememiş, bu nedenle yıllarca psikolojik tedavi görmüş, ilaç kullanmış, yine de aklına ve kalbine söz geçirememiştir. Harry'ye göre; şimdi yıllar sonra, üstelik de Tanca'da değil Dublin'de karşısına çıkan bu çocuk onun oğlundan başkası değildir ve Harry de ne yapıp edip oğlunu bulacaktır. İşe kamera görüntüleri ve plakadan başlayan Harry'nin artık bir umudu, hayatını aydınlatacak bir ışığı vardır.
Dillon'ın kaybından sonra Harry başka bir çocuk istemediğini söylemiştir. Ancak Robin 5 yıl sonra tekrar hamiledir. Endişelerinin aksine Harry de bu işe sevinir. Artık yeni bir sayfa açmanın zamanı gelmiştir ve Dillon'dan sonra bozulan düzenlerini bu bebek tekrar yoluna koyacaktır. Ancak Noel akşamı yemeğe gelen ailesinin mutfaktaki dolabın arkasında dolu bir silah bulmaları tüm hayallerini yıkar. Pandora'nın kutusu açılır ve yıllardır dile getirilemeyen tüm suçlamalar, sırlar ve yalanlar bir bir ortaya saçılır...
Çok ama çok etkilendim bu romandan. Konusu, olayların yoğunluğu, gerilimin dozu, boşa yazılmış tek bir sayfa olmadan, olayların çok gerçekçi bir dille anlatılması ve hiç beklenmeyen finali... Her şey çok güzeldi. Daha önce de söylemiştim; çocukların baş rolde olduğu romanlar benim favori listemde hep ilk sıralarda. Hele kayıp çocuklar, açık ara birinci. Hal böyle olunca etkilenmemek mümkün değil. Kitaptan çok hoşuma giden bir kaç bölüm de paylaşmak istiyorum ki arada dönüp okuyabileyim. Herkese şiddetle tavsiye ediyorum bu romanı, şimdiden keyifli okumalar. 


*****



"...Dillon'ı düşündüm, onu kaybetmeden önceki son günlerimizi hatırladım. Ensesinde kıvrılan dağınık saçlarını; kollarının, bacaklarının tombulluğunu; minik, yumuşacık ellerinin boğumlarında oluşan gamzeleri... Onu böyle düşlüyor, böyle hatırlıyordum. Çocukluğun kehribarında sonsuza dek kısılı kalmış bir çocuk olarak."

"...Araştırma, en ufak detayların bile kaydedilip kıyasa alınmasıyla yapılır..."

"...Durup On Raglan Road şarkısını söyleyen adamı dinledim. Adam, "Çok sevdim, mutluluktan böyle vazgeçtim." dediğinde boğazımda bir yumru hissettim. O an bir dokunan olsaydı, parçalarıma ayrılabilirdim."

"...Yıldızlardan bir cennet yapın ve onu natron ve tütsüyle temizleyin ve arıtın. Daha sonra temiz bir taştan tabletin üzerine Ra figürü çizin ve onu da kayığın baş tarafına yerleştirin. Merhumun kusursuz bir resmini çizin ve onu da kayığa yerleştirin. Bırakın Ra'nın kayığında sulara açılsın, Ra ona göz kulak olacaktır..."

"...Düşüncenin ve duygunun merkezi olduğu için ve kişinin sonraki hayatta ihtiyacı olacağı için kalp vücuttan ayrılmaz."

"...Senin mırıldandığın şarkıları, çıkardığın çocukça sesleri, inlemelerini ve oyunbaz konuşmalarını duydum. Gece sarılmalarını, karanlıkta dada deyişini, gıdıklanmanı, kıkırdamalarını, huysuzlanmalarını, göz yaşlarını ve kahkahalarını hatırladım Dillon. Hepsi bir lütuf, mutlu sahibine ulaştırılmış değerli bir armağan gibiydi..."

"...Kalbim duracak gibi oldu, ağzımı açıp avazım çıktığı kadar bağırdım. Çığlıklarım havayı doldurup her ağaçtan, duvardan ve soğuk kışın orta yerindeki buzlu yüzeyden yankılanıp misliyle bana geri döndü. Kulaklarım kendi kimsesiz feryadımın yankısıyla doldu..."

4 Temmuz 2019 Perşembe

Clarissa-Stefan Zweig

Stefan Zweig'in taslaklarından oluşturulan ve ölümünden sonra yayınlanan Clarissa, yazarın diğer tüm kitapları gibi bir çırpıda okunan, kısa ama etkileyici bir roman. 
Clarissa-Stefan Zweig
Küçük yaşta annesini kaybeden Clarissa, oldukça disiplinli ve sert bir mizaca sahip asker bir babaya, yatılı askeri okulda okuyan çok sevdiği bir ağabeye sahiptir. Bir gün Clarissa'nın devam ettiği manastıra Marion adında sevimli, dışa dönük, herkesle kolayca arkadaş olabilen bir kız gelir. Clarissa ve Marion kısa sürede yakınlaşırlar. Ancak tatsız bir olay neticesinde Marion  uzaklaştırma cezası alır ve böylece Clarissa okuldaki tek dostunu kaybeder.

Clarissa manastırdan sonra psikoloji eğitimi almaya karar verir. Katıldığı bir konferansta, yaşlı profesör Dr. Silberstein ile tanışır ve bir süre sonra onun asistanı olur. Zamanla doktor ve Clarissa arasında çok kıymetli bir dostluk gelişir. Clarissa, doktorun yerine katıldığı İsviçre'deki bir konferansta, Fransız Leonard ile tanışır. İki genç çok geçmeden birbirine aşık olur. Ancak rüya gibi başlayan ilişkileri, Avusturya'nın Sırbistan'a savaş açmasıyla çıkmaza girer. Daha önce istifa etmek zorunda bırakılan ancak savaş nedeniyle görevine iade edilen babası, Clarissa'yı Viyana'ya çağırır. Aşık çiftin bir daha ne zaman, nerede görüşebilecekleri meçhuldür. Karnında düşman ülkenin çocuğunu taşıyan ve Leonard'ın aşkıyla yanan Clarissa'yı çok zor günler beklemektedir. 
....
Oldukça sürükleyici bir hikaye gerçekten. Böyle taslaklarda kalmasaydı, daha detaylı yazılsaydı, eminim çok daha güzel ve uzun bir roman kazanırdı dünya edebiyatı. Ama bu hali bile okunmaya değer, tavsiye ederim.

2 Mayıs 2019 Perşembe

Cennetin Rengi- Julianne Maclean

Pastel kapaklı, insanda hemen satın alıp okuma isteği uyandıran kitaplardan Cennetin Rengi. Öyle de yapıyorsunuz, hızlıca alıp, bir çırpıda okuyorsunuz ve aynı hızda unutuyorsunuz. Hatırlayana kadar epey uğraştım şahsen😅
Cennetin Rengi- Julianne Maclean
Sophia eşi ve 2 yaşındaki kızıyla mükemmele yakın bir hayat sürmektedir. Ancak kızının lösemiye yakalanması, ailenin tüm düzenini alt üst eder. Küçük kızın durumu giderek ağırlaşır ve nihayetinde hayatını kaybeder. Bu süreçte Sophia'nın eşi evi terk etmiş, başka bir kadınla yaşamaya başlamıştır. Üstelik kadın hamiledir. Bunun üzerine Sophia eşinden boşanır, eşi de hamile sevgilisiyle evlenir.
Yas dönemini bir türlü atlatamayan Sophia, kız kardeşini ziyaret etmeye karar verir ancak yolda trafik kazası geçirir. Yaşamla ölüm arasında gidip gelirken yıllar önce kardeşiyle kendisini terk eden annesini hayalinde görür ve bu hayal sonrasında Sophia'yı geçmişine dair gizli kalmış konuları araştırmaya iter.
Sophia'nın annesi Cora, Matt ve Peter ile birlikte büyümüştür. Kalbi Matt'e ait olsa da şartlar gereği Peter ile nişanlanır. Yıllar sonra Matt ile karşılaştıklarında Matt beynindeki bir hastalık nedeniyle ameliyata girmek üzeredir ve ameliyattan sağ çıkması neredeyse imkansızdır. Matt, ameliyattan önceki bir haftayı birlikte geçirmelerini teklif eder ve Cora da geçmişin hatırına kabul eder. Bir hafta sonra Matt hayatını kaybeder. Cora için önünde iki seçenek vardır: Ya karnında, doğurmaya karar verdiği Matt'in bebeğiyle kendine yalnız bir yol çizecek, ya da her şeye rağmen kendisiyle evlenmekten vazgeçmeyen Peter ile hayatını birleştirecektir.
Cennetin rengi Sofia ile başlayıp Cora ile devam ediyor. Açıkçası kurgusu bana çok zorlama geldi. Olaylar arasındaki bağ kurma çabalarını da yine çok doğal bulduğumu söyleyemem. Başta da dediğim gibi, kitabın içeriğini hatırlamak için epey uğraştım ki ben bir kitabı unutmuşsam, o kitap bana hiç bir şey vermemiş demektir. Vakit geçirmek için sabun köpüğü bir roman arıyorsanız tavsiye ederim. Keyifli okumalar.

22 Nisan 2019 Pazartesi

Seni Bana Getiren Mektup- Patricia Scanlan

Son dönemlerde fark etmişsinizdir; pastel tonlarda, iç açıcı, romantik, kitap kapakları çok moda oldu. Hani daha kitabı alırken, az çok tahmin edebilirsiniz içeriğini. Sevgi, aşk, pişmanlık, aile ilişkileri gibi konuları barındırırlar genelde ve edebi yönden çok da bir ağırlığı olmayan, çıtır çerez kategorisinde kitaplardır. Bu kitap da onlardan biri.
Seni Bana Getiren Mektup- Patricia Scanlan
Briony, kızıyla birlikte annesi Valerie'yi ziyaret etmek amacıyla İspanya'ya gider. Eski aile albümünü karıştırırken, büyük annesi Tessa tarafından kendisine hitaben yazılmış bir mektup bulur. Tessa Briony'nin kendisiyle görüşmek istemediğini düşünmektedir. Mektupta yazanlar Valerie ile Briony'yi karşı karşıya getirir. Briony'nin soracağı sorular, Valerie'nin ise cevaplaması gereken sorular vardır.

 Açıkçası kitaptan bana kalan tek düşünce; keşke annem İspanya'da, deniz kıyısında bir yazlıkta yaşasa da, ben de kızımla onu ziyarete gitsem düşüncesi oldu:)Yoksa içerik olarak klasik gelin-kaynana, anne-kız çekişmelerinden, paylaşılamayan erkek evlat hikayelerinden daha fazlasını beklemeyin.  Kafa dağıtmak isteyenler için ideal bir roman. Keyifli okumalar!

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri - Gary Small

Psikiyatrist Gary Small'un birbirinden ilginç 15 hastasıyla yaşadıklarını anlattığı Bir Psikiyatristin Gizli Defteri, kafa dağıtmak ya da yolculukta hoş vakit geçirmek isteyenler için son derece uygun bir kitap. 
Bir Psikiyatristin Gizli Defteri - Gary Small

Gary Small kitabı eşi Gigi Vorgan ile birlikte yazmış. Aslında sadece tıbbi bir dille yazılmış olsa sıkıcı olabilirdi bu kitap ancak, yazım dili oldukça eğlenceli ve vakaları okurken her olayın sonunu ister istemez tahmin etmeye, hastayı bu davranışa neyin ittiğini bulmaya çalışıyorsunuz. Gary Small ayrıca bölüm aralarında vakalara paralel olarak kendi özel hayatından da bahsetmiş. Bu da kitabı daha ilgi çekici hale getirmiş. 
Kitap kapağında yazan "En Sıra Dışı Vakalar" ibaresi biraz iddialı olmuş bana göre. Çok uç noktalarda bir aydınlanma ya da ağzımı açık bırakacak bir şaşkınlık yaşamadım zira. Ama birkaç saat içinde bitirebileceğiniz, ağır romanlar arasında mola niyetine tüketebileceğiniz bir kitap arıyorsanız tavsiye ederim.

19 Nisan 2019 Cuma

Kapak Kız ı- Ayfer Tunç

Ayfer Tunç ile ilk tanışmam Kapak Kızı. Yazarı okumak istiyordum ancak Kapak Kızı'nı okuduktan sonra keşke farklı bir kitapla başlasaydım diye düşünmedim değil.
Ayfer Tunç-Kapak Kızı
Kapak Kızı, +18 bir dergide kapak olan Şebnem ile bir şekilde ilgisi olan ve bir trende yolları kesişen Selda, Ersin ve Bünyamin'in hikayesini anlatıyor.
Selda trendeki yolculardan biridir ve Şebnem ile akrabadır. Şebnem'i büyüten anneannesi, aynı zamanda Selda'nın da babaannesidir. Selda hırslı, güzel ve asi Şebnem'in yanında gayet düzgün ve başarılı bir görüntü sergilese de içten içe Şebnem'e imrenmektedir. 

Bünyamin demir yollarında memurdur. Karısının kendisini aldattığından şüphelenmekte, kafasından olmayan senaryolar üretmekte ve dergide gördüğü Şebnem ile karısını özdeşleştirmektedir. 

Ersin ve Şebnem amca çocuklarıdır. Bir dönem kısa bir ilişki yaşamış ve ayrılmışlardır. Ancak sonrasında Ersin toparlanamamış, karşısına çıkan tüm kadınlarda Şebnem'i aramıştır. Dergide Şebnem'i gören Ersin büyük bir şok yaşamıştır. 

Tren yolculuğunun sonunda aslında romanda yer almayan, sadece bir silüet olarak var olan Şebnem karakterinin etkisiyle, bu üç insan da hayatlarının ve içinde bulundukları durumun muhasebesini yaparlar, kendileriyle yüzleşirler bir yerde...
Roman karakterlerinin ayrı ayrı anlatılan hikayeleri ilgi çekici olsa da, karakterlerin kendi finallerine Şebnem'in vücudu üzerinden varmalarını, kendi hayatları hakkında yaptıkları mantıklı ve inanılmaz ağdalı akıl yürütmelerinin böyle çıplak bir kadın fotoğrafı gibi dandik ve zayıf bir halkada kesişmesini sevmedim. Nasıl desem, konusu tecavüz olan bir romanda cinsellik ya da çıplaklık kaçınılmaz olabilir. Ama sıradan insanların gündelik hayatlarındaki detayları anlatmak ve sırf kim daha çıplak sorusunun altını doldurmak için, +18 dergideki çıplak kadın fotoğrafı gibi uç bir doneyi tam ortaya bırakmak, dizi tutsun diye ilk bölümde herkesi yatağa atan senaryo tadı verdi. Üstelik iki kez yazılmış bu roman. Bence bu enerji yeni bir roman için kullanılabilirdi.  Ama yazarın diğer kitaplarını elbette okuyacağım ve belki de içlerinden çok sevdiklerim de olacak. Özellikle bu kitabın devamı niteliğindeki Yeşil Peri Gecesi, muhtemelen ilk tercihim olacak. Ancak Kapak Kızı, benim için okumasam da olurdu kategorisinde yerini aldı.  Hoşçakalın!

18 Nisan 2019 Perşembe

Tuzak - Melanie Raabe

Herkese merhaba! Yine çok sürükleyici bir kitapla karşınızdayım. Size de bazen böyle oluyor mu? Hiç adını sanını duymadığınız bir kitabı görüp alıyorsunuz ve kitap sizi o kadar sarıyor ki, şimdiye kadar niye kimseden duymadığınızı anlamıyorsunuz. Benim başıma çok sık gelir bu durum. Gerçi hayal kırıklığı yaşadıklarım da az değil ama kitap iyi çıkınca bünye hemen alışamıyor nedense😊
Tuzak - Melanie Raabe
Linda Conrads, kitapları çok satanlar listesinde olmasına rağmen, hiç bir televizyonun ya da gazetecinin röportaj talebini kabul etmeyen, münzevi bir hayat yaşayan, insan içini bırakın evinden dışarıya adım atmayan çok ünlü bir yazardır. Bunun sebebi, Linda'nın kız kardeşinin 11 yıl önce bir cinayete kurban gitmesi, Linda'nın ise katil evden ayrılırken çok kısa bir an katili görmüş olmasıdır. Katilin hiç bulunamamış olması Linda'yı o dönem şüpheli konuma düşürmüş ve giderek tüm çevresinden kendisini soyutlayan Linda, katille boğuştuğu korkunç kabuslarla baş başa kalmıştır.
Linda bir gün televizyon izlerken, ekranda kardeşinin katiliyle göz göze gelir. Yaptığı araştırmalar neticesinde, gördüğü kişinin ünlü bir muhabir olduğu bilgisine ulaşır. O andan itibaren Linda, kardeşinin katilini tuzağa düşürmek ve yıllardır beklediği itirafı duyabilmek için müthiş bir plan yapar. İlk olarak ekranda gördüğü muhabirin çalıştığı gazeteyi arayarak evinde röportaj vereceğini, ancak bu röportajı sadece o muhabire vereceğini açıklar. Elbette gazete bu bomba teklife balıklama atlar ve hemen kabul eder.  Bundan sonra Linda'nın yapacağı tek şey hazırlıklarını tamamlamak ve muhabirin neler yapacağını soğukkanlılıkla beklemektir. Nihayetinde beklenen gün gelir. Muhabir Linda'nın kapısını çalar ve oyun başlar...
Bir çırpıda okunan oldukça sürükleyici bir roman. Linda'nın her türlü maddi imkanına karşılık bu tür bir hapis hayatı yaşaması, evinin odalarını farklı ülke konseptlerine göre döşeyip, sanki o ülkeye gitmiş gibi o odalarda birer hafta geçirmesi gibi detaylar çok ilginç geldi. Muhabir ile Linda arasında geçen yemek sahnesi, psikolojik savaş ve yaşanan gerilim cidden beni de gerdi okurken. Tuzak, özellikle yolculuklarda çok iyi gidecek bir roman. Kesinlikle tavsiye ederim. Keyifli okumalar!

16 Nisan 2019 Salı

Kürk Mantolu Madonna- Sabahattin Ali

Diğer blogumu takip edenler hatırlar belki, yoğun ahşap boyama yaptığım zamanlarda objenin astarını attıktan sonra, objeyle ilgili kafamdaki görüntü netleşene ya da o beklenen ilham gelene kadar objeyi bir köşede beklettiğimden bahsetmiştim. Gider gelir bir kat boya atar, renkleri karıştırır, ışıltılar katar ama asla çalışmayı tamamlamazdım. Ne zaman beynimle gözüm aynı şeyi görmeye başlar, o zaman çalışmayı bırakırdım. (Merak eden varsa, bu durumun tam karşılığı olan bir çalışmam işte burada.)
Kürk Mantolu Madonna- Sabahattin Ali
Kürk Mantolu Madonna, benim Sabahattin Ali ile ilk tanışmam ve aslında kitap bloglarında, sosyal medyada vs. sıkça karşılaşmama rağmen; herkeste olan giysiler gibi, herkesin aynı anda okuduğu kitaplara da mesafeli durma huyum nedeniyle uzun süre elime almadığım bir kitap. Bu durum, "herkes, hemen şu anda bu kitabı okumalı, çünkü şu an bu moda" baskısına karşılık, benim ruhen o kitaba hazır olmayı beklememle alakalı sanırım. Mesela İhsan Oktay Anar'ın kitaplarını deli gibi okumak istiyorum ancak elim bir türlü gitmiyor, ben de bekliyorum. Ahşap boyamayla kitap okuma arasındaki ilhami(!) bağı tam olarak anlatabildim mi bilmiyorum ama bendeki yansımaları çok benzer😊
Romanın konusuna gelirsek...Rasim işsizdir ve tam da iş aradığı günlerde eski arkadaşı Hamdi ile karşılaşır. Hamdi Rasim'e müdürü olduğu iş yerinde bir iş teklif eder. Rasim, eski arkadaşının karşısında ezilse de işi kabul eder ve yaşlı bir adam olan Raif Efendi ile aynı odada çalışmaya başlar. Raif Efendi kimsenin işine karışmayan, pek konuşmayan, içine kapanık, sessiz bir karakterdir. Raif Efendi bir gün hastalanır ve Rasim yapılması gereken çeviriyi Raif Efendi'ye vermek üzere evine götürür. Raif Efendi'nin evdeki durumunu görünce, Rasim bu yaşlı adamın neden içine kapandığını, neden bu denli sessiz olduğunu daha iyi anlar. Raif Efendi, işyerindeki eşyalarını kendisine getirmesini ister. Rasim, Raif Efendi'nin eşyalarını toplarken çekmecede bir günlük bulur. Dayanamayan Rasim, Raif Efendi'nin hayatının sırrını yazdığı günlüğü okumaya başlar...

Raif'in babasının sabun fabrikası vardır ve genç Raif'i işi öğrenmesi için Almanya'ya gönderir. Ancak Raif sabunculukla pek ilgilenmemekte, zamanının çoğunu müzeleri, parkları, resim sergilerini gezerek harcamaktadır. Bu sergilerden birinde Kürk Mantolu Madonna tablosuyla karşılaşır. Raif tablodaki kadından o kadar etkilenir ki hemen her fırsatta sergiye gidip tabloyu uzun uzun izlemeye başlar. Raif bir gün, tablodaki kadının kendisiyle karşılaşır. İsmi Maria Puder'dir. Zamanla aralarındaki ilişki ilerler ve gençler birbirlerine aşık olurlar. Ancak aşkları, Raif'in Türkiye'den aldığı bir telgrafla kesintiye uğrar. Telgrafta babasının öldüğü ve ülkesine dönerek fabrikanın başına geçmesi gerektiği yazmaktadır.  Raif Maria'yi  sonradan Türkiye'ye aldırmak üzere memleketine döner. Gençler bir süre mektuplaşırlar ancak Maria'dan gelen mektuplar aniden kesilir...

Kürk Mantolu Madonna, tam bir Türk filmi tadında ilerliyor. Hatta biraz kendinizi kaptırırsanız fonda çalan eski şarkıları bile duyabilirsiniz. Sabahattin Ali, Raif Efendi'nin ruh halini ve yaşadıklarını öyle temiz, öyle derin ve öyle açık anlatmış ki, hayran kaldım. Hani insan olarak yaşadığımız çok küçük ama tarif etmesi meşakkatli durumlar vardır. İşte Sabahattin Ali, bu durumları olabilecek en yalın ve basit haliyle döküvermiş cümlelere. Okurken "evet ya, işte tam olarak böyle oluyor, çok doğru." derken buluyorsunuz kendinizi. Sonuç olarak; benden başka okumayan kalmış mıdır bilmem ama, varsa eğer tavsiye ederim.👍

29 Mart 2019 Cuma

Gece Sirki-Erin Morgenstern

Son yıllarda okuduğum en güzel, en inanılmaz, en hayalci, en büyüleyici ve en tatlı romandı.💖 Hiç bitmesin istedim. Böyle bir roman nasıl yazılır bilmiyorum ama yazar Erin Morgenstren'in sonsuz hayal gücü önünde saygıyla eğiliyorum. Orijinal ismi Le Cirque De Reves/Rüyalar Sirki olsa da İngilizceye ve dilimize Gece Sirki olarak çevrilmiş. Hemen filme alınmalı bu kitap diye düşünürken bir de baktım ki Twilight serisinin yapım şirketi Summit Entertainment kitabın tüm haklarını satın almış. Şimdiden söyleyeyim, yönetmenin işi çok zor. Çünkü kitabı okurken gözünüzde o kadar ihtişamlı ve bol görsel efektli sahneler canlanıyor ki, okuyucunun aklındakine yaklaşmak için tüm film ekibinin epey bir ter dökmesi gerekecek.
Gece Sirki-Erin Morgenstern
"Gece çökünce açılır, şafak vakti kapanır." Gece sirkinin kapısındaki siyah tabelada bu yazıyor. Bir sirk düşünün ki, ne zaman nereye geleceği hakkında hiç bir haber, ilan, duyuru vs. yapılmıyor. Gece yatıyorsunuz, sabah uyandığınızda evinizin tam karşısındaki alana devasa boyutta siyah-beyaz bir sirk kurulmuş. Ne bir gürültü duymuşsunuz, ne de sirk için çalışan herhangi bir kişiye rastlamışsınız. Ama sirk tüm heybetiyle, sayısız çadırıyla orada ve gece yarısı, saat tam on ikide açılmayı bekliyor. Sirkin kapısından girdiğiniz anda sizi sirke has büyüleyici kokular ve muhteşem bir saat karşılıyor. Aslında saat demek haksızlık olur. Okurken keşke gerçek olsa ve benim olsa diyeceğiniz bir mekanizmadan bahsediyorum. Şöyle anlatılıyor saat kitapta:

"Saatin bitmiş hali göz kamaştırıcıydı. İlk bakışta beyaz bir kadranı ve gümüş bir sarkacı olan, bir hayli siyah ve basit bir saatti. İncelikle oyulmuş ahşap kenarları ve mükemmel boyalı kadranıyla işçiliğinin iyi olduğu barizdi ama sadece bir saatti işte.
Ama bu kurulmadan önceydi. Saat tik tak etmeye başlamadan önce, sarkaç iki yana istikrarla ve eşit olarak sallandı. Sonrasında, sonrasında başka bir şey olmuştu. 
Değişiklikler yavaştı. Önce kadranın rengi değişiyor, beyazdan griye dönüyor, sonra üzerinde bulutlar süzülüyor ve karşı tarafa ulaşınca yok oluyorlardı.
Bu arada saatin gövdesinin parçaları, bir yapbozun parçaları gibi genişleyip kasılıyorlardı. Sanki saat ağır ağır ve zarafetle dağılıyormuş gibi. 
Bütün bunlar saatler sürüyordu. 
Saatin kadranı daha koyu bir griye, sonra, öncesinde rakamların olduğu yerde yıldızların göz kırptığı bir siyaha dönüşüyordu. Saatin metodik olarak içi dışına çıkan ve genişleyen gövdesi şimdi tamamen beyaz ve grinin tonlarından ibaretti. Ve sadece parçalardan oluşmuyordu; figürler ve nesneler, kusursuz oyulmuş çiçekler ve gezegenler, sayfaları çevrilen gerçek kağıttan minicik kitaplar. Şimdi artık görünür durumdaki saatin etrafında kıvrılan gümüş bir ejderha vardı, oyulmuş bir kulede, sıkıntıyla bir ileri bir geri gidip gelen ve olmayan bir prensin yolunu bekleyen ufacık bir prenses. Çay fincanlarına dökülen çaydanlıklar, saniyeler tık tık akarken o fincanlardan yükselen cılız dumanlar. (Burada hemen yaşadığım garip bir durumu sizlerle paylaşmak istiyorum. Kitabı okuduğum sıralarda cep telefonumun temasını henüz değiştirmiştim. Bilinçli bir seçim değildi, sadece hoşuma gittiği için seçtiğim animasyonlu bir temaydı. Rica ediyorum linke bir göz atın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Kitaptaki tasvirde kullanılan bu son cümleyi aynen tema için de kullanmaz mısınız? https://www.youtube.com/watch?v=HI2Efg4a6ng ) Açılan hediye paketleri. Küçük köpekleri kovalayan küçük kediler. Bir satranç maçı baştan sona oynanıyordu. 
Daha geleneksel bir saatte bir guguk kuşunun yaşayacağı merkezde bir jonglör duruyordu. Gri bir maskeyle soytarı tarzında giyinmişti ve her saate uygun düşecek parlak gümüş rengi topları atıp tutuyordu. Her saat vuruşunda yeni bir top ekleniyordu, ta ki gece yarısında karmaşık bir düzende on iki topu bir arada atıp tutar olana kadar. 
Gece yarısından sonra saat tekrar katlanarak kendine dönmeye başlıyordu. Kadranın rengi açılıyor, bulutlar geri geliyordu. Jonglörün atıp tuttuğu top sayısı, jonglörün kendisi ortadan yok olana dek azalmaya devam ediyordu. 
Öğle saati geldiğinde, saat rüya olmaktan çıkıp yeniden saat halini almış oluyordu. "

Normalde kitaplardan alıntı yapmayı tercih etmiyorum ancak çok etkilendiğim için bana geçenin birazını da size aktarabilmek,  aşağı yukarı neyle karşılaşacağınızı biraz olsun tarif edebilmek adına, bu inanılmaz tasviri paylaşmak istedim.😊

Bu büyülü romanın konusuna gelirsek... Ezelden beri birbirlerine rakip olan Alexander H. ve Hector Bowen adlı iki büyücü arasında sürekli bir yarış vardır. Bu yarış genellikle kendi yetiştirdikleri öğrencilerinin birbirlerine üstünlük sağlamasına yönelik olarak gerçekleşmektedir. Bu yarışın son yarışmacıları Hector Bowen'ın kızı Celia ve Alexander H.'nin öğrencisi Marco Alisdair'dır. Yarışın ne kadar süreceği, hedefin ne olduğu, birinin diğerine üstünlük sağladığının ne şekilde anlaşılacağı gibi kriterler konusunda çocuklar bilgi sahibi değildir. Tek bildikleri rakipleriyle mutlaka karşılaşacakları ve yarışı kazanmaları gerektiğidir. Çocuklar hocaları ile sıkı bir eğitim alırlar ve yıllar geçtikçe büyüyerek iki genç, güzel ve yetenekli insana dönüşürler. Gençlerin birbirlerinden haberi yoktur ancak yarışın artık başlaması gerekmektedir. İşte gece sirki; gençlerin yeteneklerini sergiledikleri, kurdukları her yeni çadırda marifetlerini gösterdikleri bir gösteri sahnesine dönüşür. Celia'nın yarattığı her güzelliğe Marco da kendi bakış açısıyla cevap verir. Rakibinin Celia olduğunu ilk Marco fark eder ve görür görmez ona aşık olur. Ancak bu iki büyük hoca tarafından kabul edilemez bir durumdur. Zira yarış ancak taraflardan birinin ölümüyle son bulacaktır. Ve bu denli enerji yüklü iki insanın bir araya gelmesi sirkin yerle bir olması demektir. Gençlerin önünde iki yol vardır. Ya aşkı seçip geri kalan her şeyi arkalarında bırakacak ve sonsuzluğa karışacaklardır ya da ayrılıp içlerinden birinin ölmesine razı geleceklerdir.
İnanın daha çok anlatmak istiyorum ama öyle yoğun bir roman ki neyi nereye nasıl bağlayacağımı gerçekten bilemiyorum. Buna rağmen saat gibi çok hoşuma giden birkaç detaydan bahsetmeliyim.

*Celia cidden çok tatlı bir karakter. Okurken keşke benim de böyle bir yeteneğim olsa dediğim çok yer oldu. Mesela bir parti için ne giyeceğine karar veremeyince elbiselerinden birine sihir yaptı ve elbise, partideki davetlilerden hangisinin yanına giderse o kişinin elbisesinin rengine büründü. Celia salonda dolaştıkça, sohbet ettiği insanları tamamlayan bir peri kızı gibiydi. 
*Celia bir kez duyduğu herhangi bir dili kusursuz konuşabiliyordu.
*Celia kesilen bir organını ya da binlerce parçaya böldüğü bir vazoyu tekrar eski haline getirebiliyordu.
*Marco da Celia da bir anda ortamdan yok olup başka bir yerde ortaya çıkabiliyorlardı.
*Bir gün çok şiddetli bir yağmur yağıyordu. Marco şemsiyesine sihir yapmıştı ve o şemsiyeyi kim kullanırsa sağanak yağmurda dahi tek damla ıslanmadan yürüyebiliyordu.
*Sirkin ikizleri Widget ve Poppet da favorilerimdendi.  Poppet'ın koku hafızası üzerine bir çalışması vardı çadırlardan birinde. Laboratuvar tüpleri gibi cam nesnelerin içine, koklandığı zaman insanı bambaşka dünyalara götüren kokular hapsediyordu. Sirke katılması için ısrar ettikleri bir arkadaşları, evinden ayrılmak konusunda kararsız kalınca, arkadaşlarının sürekli çıktığı ve çok sevdiği elma ağacının kokusunu tüpe hapsedip hediye etmişti. Böylece arkadaşları evden uzakta olsa bile sadece tüpü koklayarak elma bahçesindeymiş gibi büyülü bir dünyaya adım atabiliyordu.

Bunun gibi okuyucunun yüzünü gülümseten sayısız detay var. Çok uzattığımın farkındayım ama kendimi tutamıyorum😆 Son olarak şunu belirtmeliyim ki, kitabı okurken çoğunlukla siyah kabanımın üzerine kırmızı bir atkı takıp (kırmızı atkının gizemini de kitabı okuyunca öğrenirsiniz artık) sirkin peşine düşmeyi, onu bulmayı ve oradaki sihirli curcunaya katılmayı hayal ettim hep.  Keşke gerçek olsa dedim...Kitabı bir kez daha okuyacağımı belirtmeme gerek yok sanırım. Tıpkı size alın okuyun dememe gerek olmadığı gibi, çünkü okuyacaksınız biliyorum:)

6 Mart 2019 Çarşamba

Öksüzler Treni- Christina Baker Kline

Öksüzler Treni, çok uzun zaman önce okuduğum bir roman. Blogda yaptığım paylaşımlardan daha çok ve daha hızlı kitap okuyorum. Taslaklar ister istemez birikiyor ve bekleyen taslaklar arasından rastgele seçimler yaptığım için, bazı romanlar epey geride kalıyor maalesef.
Öksüzler Treni- Christina Baker Kline
 Öksüzler treni, 1929 yılı Amerika'sında, ailesini kaybetmiş ya da hiç tanımamış çocukların bir trene bindirilerek şehir şehir gezdirilmesi ve çocukların onları isteyen ailelere evlatlık olarak verilmesini anlatan hüzünlü bir roman. Düşünün, yapayalnız bir çocuksunuz, sıcacık bir yuvanızın olmasından başka hiç bir isteğiniz yok. Trenin durakladığı istasyonlardan birinde bir adam sizi evlat edinmek istiyor ve yetkililer de sizi o adama veriyor. Adam size tecavüz mü eder, sizi amele olarak mı çalıştırır yoksa size gerçek bir baba mı olur, hiç bir fikriniz yok. Çok sıkı kayıtların tutulduğu ya da çocukların hem güvenliğinden hem de mutluluğundan yüzde yüz emin olunan, dört başı mamur bir sistem mevcut olmadığından, işiniz tamamen şansa kalmış.
Bir yangında tüm ailesini kaybeden Vivian, işte tamamen bilinmezliğe giden bu trenin küçük yolcularından sadece biridir. Başına gelecekleri hem merakla hem de korkuyla beklemektedir ve küçük yaşta sırtına binen bu ağır yüke dayanmasını sağlayan tek şey, ailesinden kendisine kalan kolyedir. 

Molly, kendisine bakan koruyucu ailesiyle sorunlar yaşamaktadır. Bunda dikbaşlı olmasının ve ailesiz büyüyen bir ergen olmasının da payı büyüktür. Molly kütüphaneden bir kitap çalar ve kamu hizmeti olarak yaşlı bir kadının çatı katını düzenleme cezası alır. Başlarda bu işten oldukça sıkılsa da, anılarla dolu olan çatı katını temizlemek ve yaşlı kadının geçmişini dinlemek kendisinden de bir şeyler bulmasına neden olur. Zira yaşlı kadın da kendisi gibi öksüzdür ve çocukluğunda bindiği öksüzler treni, tüm hayatını şekillendirmiştir.

Malum son yıllarda geçmişle günümüzün harmanlandığı romanlar oldukça revaçta. Öksüzler treni de kurgusu itibariyle, bu tarzı sevenleri mutlu edecek bir roman. Romanın içeriğine bakacak olursak, böyle bir trenin ve bu trenle yolculuk eden, adını hiç bilemeyeceğimiz çocukların geçmişte gerçekten yaşamış olması korkunç. Çocukların kim bilir kimlerin elinde nasıl hayatlar yaşadığının asla öğrenilemeyecek olması ise çok acı bence. Kitabı okurken, her şeyin gerçek olduğu düşüncesi sürekli aklımdaydı ve bu nedenle çoğu kez kendimi karakterlerin yerine koyarken buldum...Tavsiye ederim!

26 Şubat 2019 Salı

Biricik May Amelia- Jennifer L. Holm

Böyle eski zamanlardaki çocuk kitapları gibi resimlerle bezeli, kalın kapaklı kitaplara bayılıyorum. Bu tarz çocuk kitaplarını özellikle alıyorum ve okuyorum. Çünkü ilerde, Ela Masal'ın okudukça içini ısıtacak kitaplarla dolu, hem gözüne hem de ruhuna hitap edecek güzel bir kütüphanesi olsun istiyorum. 
Biricik May Amelia- Jennifer L. Holm
12 yaşındaki May Amelia, 1899 yılında, Washington'da, Nasel Nehri kıyısında, babası, hamile annesi ve 7 erkek kardeşi ile birlikte yaşamaktadır. Herkes onun tam bir hanımefendi gibi davranmasını istese de, May Amelia tam aksine, sabahtan akşama kadar macera peşinde koşan, o ağaç senin bu nehir benim gezip tozan, ele avuca sığmaz bir kız çocuğudur. Çok cesur ve gözüpek bir kız çocuğu hem de...
May Amelia, bir kız kardeşi olmasını çok istemektedir. Annesi nihayet doğum yapar ve ailenin ikinci kız çocuğu olan Amy dünyaya gelr. Doğum esnasında annesi rahatsızlanınca, Amy'nin tüm bakımını Amelia üstlenir. 
Kitap, 19. yy Amerika'sının gündelik telaşlarını, aile ilişkilerini, ailenin yaşadığı mutlulukları ya da hüzünleri bir kız çocuğunun gözünden anlatmasının yanı sıra, 1800'lü yıllarda "kız" olmanın zorluklarına da dikkat çekiyor.
May Amelia'yı kendime çok yakın hissettim ve okurken kendi çocukluğumu andım sık sık. Çok hareketli bir çocuktum, yerimde duramazdım ki hala durduğum pek söylenemez. Hep bir macera, hep bir aksiyon peşinde koşardım. Başıma güneş geçmediği tek bir yaz günü hatırlamıyorum. Yerçekimine muhalefet olarak doğduğumu söylerdi ailem hep. Zira ben mütemadiyen ya bir ağacın tepesinde ya da bir evin çatısındaydım. Hiç biri yoksa bisiklet üzerindeydim. Yani ortadan kaybolduğunda en çabuk bulunan çocuklardan biriydim. Çünkü herkes nereye bakması gerektiğini bilirdi. Biricik May Amelia'nın tatlış bir çocuk kitabı olduğuna bakmayın, okuyun, eminim siz de çok seveceksiniz:)

20 Şubat 2019 Çarşamba

Beşinci Çocuk- Doris Lessing

Beşinci Çocuk benim Nobel ödüllü Doris Lessing ile ilk randevum. Açık söylemek gerekirse, beklediğim düzeyde bir gerilim yoktu kitapta. Ancak çağdaş düzene karşı duran çok çocuklu aile yapısına bakış açısı nedeniyle farklı bir deneyim oldu benim için. Bu arada yazarın diğer kitaplarını da gelişigüzel inceleme fırsatım oldu ve nedense bende 5 rakamına takıntılı biri olduğu izlenimi yarattı. Beş kitaptan oluşan seriler, beş defter vs...Belki de sadece tesadüftür, bilemiyorum.
Beşinci Çocuk- Doris Lessing
Harriet ve David, birbirlerine ilk görüşte aşık olur ve evlenirler. İkisinin ortak hayali; çok büyük, bir sürü odası olan  bir eve ve çok çocuklu kocaman bir aileye sahip olmaktır. Maddi durumları tam olarak elvermese de, tam da hayal ettikleri gibi bir eve kavuşurlar ve çok geçmeden Harriet hamile kalır. İlk çocuğunu kucaklarına alan çift çok mutludur. Doğumdan kısa bir süre sonra sonra Harriet tekrar hamile kalır, o doğduktan hemen sonra tekrar ve tekrar... Harriet'in annesi artık onlarla birlikte yaşamakta ve çcukların bakımına yardımcı olmaktadır. Mutlu çiftin evleri tatil zamanı sevdikleri akrabaların ziyaretleriyle şenlenmekte, kalabalık sofralar, çocuk sesleri tüm evi doldurmaktadır. Herkes halinden memnundur ve dört gebeliğinin tamamını kolaylıkla atlatan Harriet için bir çocuğa daha sahip olmamak için bir neden yoktur. Annesi ve diğer tüm akrabalar biraz dinlenmesi gerektiğini, en azından bir süre çocuk yapmayı bırakması yönünde telkinlerde bulunsa da üretken çift, bu uyarılara kulak asmaz. Ve bingo! Harriet yine ve yeniden hamiledir. Ancak bu kez Harriet'in hem ruhsal hem de fiziksel olarak durumu iyi değildir. Gebeliğin başında olmasına rağmen çocuk anormal şekilde hareketlidir. Aylar geçtikçe bu hareketlilik Harriet'in karnını adeta içten delmeye çalışan şiddetli tekmelerle kendini gösterir. Harriet artık ne zaman otursa ya da dinlenmeye çalışsa tekmelerin şiddeti artmaktadır. Buna maruz kalmamak için Harriet gece gündüz yürür, hiç oturmadan saatlerce ayakta kalır ve bu durum tüm enerjisini bitirir. Artık çok sevdiği çocuklarına zerre tahammülü yoktur, hemen her şeye sinirlenip bağırmaktadir. Kardeşleri daha doğmadan anneleri bir yabancıya dönüşen çocuklar ise mümkün olduğunca annelerinin karşısına çıkmamakta ve günden güne ondan uzaklaşmaktadırlar. Her ne kadar anne ilgisi ve şefkatine muhtaç olsalar da bu ihtiyaçlarını Harriet'in annesinden karşılamaya çalışmaktadırlar.

Harriet, bu defa içinde bir melek değil, kendine düşman olan bir şeytan büyüttüğünü düşünmektedir. Nihayet beklenen gün gelir ve oldukça zor bir doğum neticesinde Ben dünyaya gelir. Ancak Ben oldukça tuhaf bir çocuktur. Hem başı hem de vücudu yaşıtlarına oranla oldukça büyük ve ağırdır. Harriet, Ben'i normal bir bebek gibi kucağına alamamakta, onu dilediği gibi sevememektedir. Harriet Ben'i emzirmek istemekte ama henüz dişleri olmamasına rağmen Ben Harriet'i ısırmakta ve ona acı çektirmektedir.  Sıradan bir bebek gibi ses çıkarmamakta ama tüm evi yerinden oynatacak şiddette çığlıklar atmaktadır. Yaşıtları daha emeklemeye başlamamışken Ben tırmanmaya ve hemen ardından da yürümeye başlar. Ben'de bir gariplik olduğunu artık herkes bilmektedir. Bu da girdiği her ortamın sessizleşmesine ve ürkütücü bakışlarıyla karşılaşan insanların zamanla eve ziyaretlerinin azalmasına  neden olur.  Ben büyüdükçe saldırganlaşır ve Harriet'in tüm çabalarına rağmen toplum kurallarına kesinlikle uymayan, tehlikeli ve yabani bir "şeye" dönüşür. Ben'in varlığı, aileye yalnızlığı da beraberinde getirir. Artık bir tarafta David ve çocuklar , diğer tarafta evin bir odasında kilitli tutulan Ben, ortada ise iki tarafa da nasıl davranacağını şaşıran ve sürekli Ben'i tercih ederek hem çocuklarını yaralayan hem de eşini ihmal eden Harriet vardır.
David, Harriet'in bir karar vermesini ister. Daha doğrusu, ailenin aldığı karara Harriet'in uymasını bekler. Harriet'in cevabı, tüm ailenin kaderini belirleyecektir.

Kitabı okurken diğer dört çocuğun aynı evin içinde annelerine olan özlemi çok kalp kırıcıydı, hele küçük olanı sarıp sarmalayasım geldi... Ben'in ise her türlü olumsuzluğa rağmen yalnız bırakıldığı, toplumdan uzaklaştırıldığı zamanlar içime oturdu resmen. Harriet'in anne olarak teraziyi ayarlayamaması, evin dengelerini mecburen bozması da çok insani. Ancak kişisel olarak sahip olunan çocuk sayısından ziyade ruh sağlığı yerinde bir birey tarafından yetiştirilmiş, eğitimli, kültürlü, terbiyeli olan çocuk sayısını daha çok önemsiyorum. Ve bu şekilde, dört başı mamur bir tek bir çocuğu yetiştirmek bile bir insanın neredeyse tüm zamanını aldığından, tüm çocukların her açıdan eşit seviyede yetiştirilmesinin ütopik olduğuna inanıyorum. Önceliğim havada karada her daim çocuklar olduğundan, bu kadar kıymetli, nadide ve biricik bir varlığı şayet el üstünde tutup tüm benliğimizle sevmeyeceksek, onu her türlü kötülükten koruyup pamuklara sarmayacaksak dünyaya getirmemizin bir anlamının olmadığını düşünüyorum. Yarış atı gibi arka arkaya çocuk yapmayı marifet sananlara duyrulur.😉 Konu ilginizi çektiyse tavsiye ederim. Keyifli okumalar!

5 Şubat 2019 Salı

Peter Pan Ölmeli - John Verdon

Polisiye okumak istediğimde elimin ilk gittiği yazarlardandır John Verdon. Baş kahramanımız, eski dedektif Dave Gurney'i uzun zamandır takip ediyorum ve bildiğim, sevdiğim ve alıştığım karakterlerin maceralarını okumaktan müthiş keyif alıyorum. Tıpkı Lisa Gardner'ın çok sevdiğim karakteri Dedektif D.D.Warren gibi.
Peter Pan Ölmeli - John Verdon
Bilenler bilir ama Gurney serilerinde genelde olaylar şu şekilde gelişir. Dave ve Madeleine, şehir dışındaki evlerinde sakin bir hayat sürmektedirler. Çünkü Dave dedektifliği bırakmıştır ve sadece çok özel dosyalarda çalışmaktadır. Madeleine ise Dave'in aksine kendini doğaya adamıştır ve bu sakin hayatın tadını sonuna kadar çıkarmaktadır. Madeleine her ne kadar karşı çıksa da, Dave kendisine ara sıra gelen iş tekliflerini kabul etmekte ve her defasında hayatını tehlikeye atmaktadır.

Bu kitapta da yine böyle çözümsüz kalmış ya da görünürde çözülse de esasının bambaşka olduğu bir davayı çözmesi için bir meslektaşından teklif alır dedektif. Çok zengin bir iş adamı, annesinin cenaze töreninde bir tetikçi tarafından vurulmuş ve hayatını kaybetmiştir. Bu cinayetin sorumlusu olarak karısı hapse girmiştir. Ancak deliller kadının masum olduğunu söylemektedir. Gurney hem kadının masumiyetini ispatlamak hem de gerçek katili ortaya çıkarmak için, kendisinin ve ailesinin hayatını riske edeceği çok tehlikeli bir araştırmaya soyunur.
Başta da belirttiğim gibi, polisiye severler zaten John Verdon'a ve Dedektif Gurney'e aşinadır. Hala tanışmadıysanız eğer, Peter Pan Ölmeli'nin dışında, kapaklarını hep çok estetik bulduğum ve kütüphanemde büyük bir zevkle yan yana dizdiğim, Aklından Bir Sayı Tut, Gözlerini Sımsıkı Kapat, Şeytanı Uyandırma gibi serinin diğer kitaplarından birini seçip başlayabilirsiniz. Bu serilerin belli başlı değişmeyenleri var. Bunlardan en sevdiğim, Madeleine'in sürekli, terapi ya da uyku ilacı niyetine Savaş ve Barış'ı okuması😁 Eh, bu kadar konuştuktan sonra, elbette tavsiye ediyorum, keyifli okumalar!

29 Ocak 2019 Salı

Kağıt Ev - Carlos María Domínguez

Kitap okumayı seviyorum ama kitapların kendisini de bir o kadar seviyorum. Okumak tek amacım olsaydı, sırf cildine vurulup hiç kitap almamam ya da okumaya ara verip dakikalarca burnumu sayfalara gömüp kitabın kokusunu içime çekmemem lazımdı. Ya da dolup taşan kitaplıklardaki kitapları elemek yerine yeni kitaplıklar almamam...

Carlos María Domínguez
Kağıt Ev - Carlos María Domínguez
Ortaokuldayken kütüphaneden çok eski bir kitap almıştım. Sayfalarını o kadar yavaş çeviriyordum ki, kitabın canı acıyacak sanki. Evde temizlik vardı ve ben anneme yardım ediyordum. Bu arada da kitabı bir yere dayadım, gidip gelip birkaç cümle okuyorum. Anneme çaktırmıyorum tabii:) Annem o sırada kitabın durduğu yerde bir iş yapmaya başladı ama hala kitabı fark etmemiş. Bir gürültü oldu, baktım kitap yere düşmüş, tüm sayfaları dağılmış. Kitabın başına çöktüm, başladım ağlamaya:)) Ama ne ağlama, annem şaşkın yazık... Sonra annemle kitabı bir güzel yapıştırdık, okudum, bitirdim ve teslim ettim. Benim gözümde kitapların canı vardır,sayfasını azıcık bükersem o can acır. Küçücük kızıma da aynen böyle öğretiyorum, o da tıpkı benim gibi seviyor kitaplarını bir de ağaçları.💚

Kağıt Ev'in konusundan önce sizlere kendimden bahsetmemin nedeni, söz konusu novellada; kitap tutkunlarının, kitaplara aşkla bağlı olanların bu sevgilerinin ne boyutlara ulaşabileceğinin anlatılması. Kitap şu cümleyle başlıyor: "1998 ilkbaharında Bluma Lennon Soho'daki bir kitapçıdan Emily Dickinson'ın Şiirler'inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı." Etkileyici değil mi? Daha etkileyici olan ise, Bluma'nın hep Emily Dickinson okurken bir arabanın altında kalarak ölmeyi yeğlemesi. Tabi yoruma açık, Bluma'yı araba mı öldürdü yoksa şiir mi?

Cambridge Üniversitesi'nde akademisyen olan Bluma için ölümünden sonra gönderilen bir paket, başka bir meslektaşına teslim edilir. Bu meslektaşı aynı zamanda bize herşeyi anlatan hikayeci. Paketten Joseph Conrad'ın Gölge Hattı isimli eserinin eski püskü bir baskısı çıkar. Kitapta ilginç bir şekilde çimento kalıntıları vardır. Hikayeci bu kitabı kimin gönderdiğini merak eder ve çimento kalıntılı kitabın gizemini çözmek için Montevideo'ya doğru yola çıkar. Kitap, Bluma'nın gizli bir aşk yaşadığı bibliyofil Carlos Brauer tarafından gönderilmiştir. Carlos'un kitaplara olan aşkı, saplantı boyutundadır. Zira evinin tüm odalarının yanısıra tuvalet, banyo, koridorlar tabandan tavana binlerce kitapla doludur. Garajına kitap depolayabilmek için arabasını satmıştır. Kitaplar nemden etkilenmesin diye yaz kış soğuk suyla duş almaktadır. Tüm gün kitap okumakta ve evden dışarı çıkmamaktadır. Kitaplar için aylarca bir dosyalama sistemi üzerinde çalışır. Ancak çıkan bir yangın neticesinde tüm arşiv dosyası küle döner. Binlerce kitabın nerede, hangi rafta, kaçıncı sırada durması gerektiğine kadar kaydettiği tüm bilgiler...



***Spoiler***


Carlos yangından sonra evi satar ve La Paloma'da, deniz kıyısında,  medeniyetten uzak, kuş uçmaz kervan geçmez bir arazi alır. Carlos vazgeçemediği kitaplarının aralarına harç ekleterek bir ev inşa ettirir kendisine. Böylece kitapları aynı zamanda evi olur Carlos'un. Bluma'ya gönderilen kitabın üzerindeki çimento kalıntılarının da sırrı böylece ortaya çıkar.

***
Spoiler dedim ama aslında bu kısa roman hakkında ne yazılırsa yazılsın, hiç bir şey kitabı elinize alıp okumanıza engel değil. Çünkü o kadar güzel cümleler var ki, kitabı finalinden ziyade bu cümleler için mutlaka okumalısınız zaten. Ama kitaptan ev fikri şahane, o da ayrı bir konu. Daha okurken, ilerde evimin en azından bir duvarına sevdiğim kitapları gömmek gibi bir proje yeşerdi kafamda😁Kağıt Ev'i okuyunuz efendim, çok seveceksiniz ve muhtemelen kütüphanenizin en görünen yerine yerleştireceksiniz. Ben öyle yaptım ve hatta  ne zaman baksam kalbimi ısıtan Küçük Prens ile Kitap Hırsızı'nın arasına koydum, nedense çok yakıştırdım üçünü yan yana💙

Ellerimi Bırakma-Madeleine Reiss

Çok etkisinde kaldığım, gerim gerim gerildiğim, bazen tüylerimi ürperten, çoğu yerde duygulandıran, 6 His filmini tatlı tatlı andıran güzel bir romandı Ellerimi Bırakma.
Ellerimi Bırakma-Madeleine Reiss
Carrie, kocası Damian ve 5 yaşındaki oğulları Charlie, vakit geçirmek için deniz kıyısına giderler.  Biraz piknik, biraz deniz, biraz kumdan kale derken Charlie kendisiyle aynı yaşta olan Max ile arkadaş olur ve birlikte oynamaya başlarlar. Damian kısa bir süre sahilden uzaklaşır, Carrie ise uyuyakalır. Charlie ısrarla denize girmek istemektedir. Ancak Carrie uyku arasında babası geldikten sonra gidebileceğini söyler ve uyumaya devam eder. Uyandığında Damian yalnızdır ve Charlie ortadan kaybolmuştur. Arama çalışmaları sonuçsuz kalır ancak Charlie'nin mayosunun kıyıda bulunması nedeniyle boğulduğu varsayılır. Oğlunun ölümünü asla kabul etmeyen ve uyuduğu için büyük bir vicdan azabı çeken Carrie, her an oğlunu düşünmeye ve onu aramaya devam eder. Yastan bir türlü çıkamayan Carrie ile hayatına zor da olsa devam eden Damian arasındaki ilişki bozulur ve çift boşanır.

Molly, kocası Rupert ve 5 yaşındaki oğulları Max'ın mutlu bir hayatları vardır. Ancak Rupert'ın kumar ve öfke kontrol problemi, ailenin maddi ve manevi çöküşünü başlatır. Rupert son derece asabi bir insana dönüşür ve Molly'yi her fırsatta darp etmeye başlar. Yaşından çok daha olgun olan Max durumun farkındadır. Molly ise ona acısını belli etmemek ve çocuğu babasından korumak için büyük çaba harcar. Rupert bir gün yine Molly'yi darp eder ancak bu kez Max da yaşananlara şahit olur ve  annesiyle birlikte şiddete uğrar. Bunun üzerine Molly polise haber verir, Rupert ise ortadan kaybolur. 

Molly, akıllı oğlu Max'ın hayali bir arkadaşı olduğunu fark eder. Arkadaşının ismini soran Molly, aldığı cevapla şaşkına döner, çünkü Max sürekli konuştuğu, oynadığı ve her zaman yanında gördüğü arkadaşının, sahilde tanıştığı Charlie olduğunu söyler.

Kitabın tamamını anlatmamak için kendimi zor tutuyorum:) Çok güzeldi, elimden bırakamadım, zaten bir günde bitti. Okurken hep kendi kızımı düşündüm ve bu, durumu hiç de kolaylaştırmadı, daha çok ağladım:) Romanda heyecan, gerilim, hüzün, mutluluk, ne ararsanız var. Beyaz perdeye uyarlansa şahane olur bence. Gözü kapalı tavsiye ediyorum, şimdiden keyifli okumalar!

15 Ocak 2019 Salı

Serena- Ron Rash

Serena- Ron Rash
1929 yılında, kereste işiyle uğraşan ve işlerini büyüterek bir kereste imparatorluğu kurmayı planlayan  yeni evli çift Serena ve George Pemberton, Boston'dan Kuzey Carolina'ya gelir. Göz alıcı bir çift olan Serena ve George arasında mükemmel bir uyum vardır. Serena, güçlü yapısı, liderlik vasıfları ve hırsı ile ortama çabucak uyum sağlar ve herhangi bir erkekten pek de eksiği olmadığını herkese kanıtlar.

George daha önce Kuzey Carolina'da bir müddet yaşamış ve hizmetine bakan kızlardan biriyle birlikte olmuştur. Hamile kalan kız henüz 17 yaşındadır ve kısa bir süre sonra doğum yapacaktır. Kızın babası George ile konuşmak ister ancak Serena'nın kışkırtmaları ile George kızın babasını öldürür. 1920'li yıllarda cinayet işlemek, bir sineği öldürmekten daha önemli değildir ve genç kız hayatın tüm zorluklarına karşı tek başına mücadele ederken, kasabanın kendisine yapıştırdığı "ahlaksız" etiketiyle de baş etmek zorunda kalır. Bu arada George'a ikizi kadar benzeyen oğlu dünyaya gelir. Bu dönemde genç kızın en büyük yardımcısı, yaşlı komşusudur.
 
Serena her anlamda mükemmel bir eş ve ortaktır. Serena'nın geleceğe dönük çok büyük plan ve projeleri vardır. Bunlardan biri de Kuzey Carolina'da kesilecek ağaçların tamamını bitirdikten sonra Brezilya ormanlarını yeni iş alanı yapmak ve kocasıyla kurdukları şirketi büyütmektir. Dünyadaki tüm ağaçları kesmek gibi bir saplantısı olan Serena, kendisine engel olarak gördüğü herkesi bir şekilde yolundan çekmektedir.  Bir süre sonra Serena varis yapma zamanlarının geldiğine karar verir ve kısa bir süre sonra da hamile kalır. Hamilelik sorunsuz olsa da, doğum zamanı yaklaşırken işler ters gider ve Serena hem bebeğini hem de bir daha anne olma şansını kaybeder. O andan sonra George'un gayrimeşru çocuğuna ve çocuğun annesine karşı büyük bir kin beslemeye başlar ve onların ortadan kaldırılması için bir adamını görevlendirir. George her şeyin farkında olsa da Serena'yı durdurmak için hiç bir şey yapmaz. Bunun yerine bir miktar paranın genç kıza ulaşmasını sağlar ve onların mümkün olduğunca uzağa kaçmalarını ister. George'un çocuğunu ortadan kaldırma planları suya düşen Serena, kendisine yanlış yapanı affetmeyecektir. Bu kişi George olsa bile...

Yukarıdaki kapaktan da anlaşılacağı üzere, Ron Rash'in yazdığı Serena 2014 yılında sinemaya uyarlanmış, başrollerinde Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper yer almış. Filmi izlemedim ancak Jennifer Lawrence'ın tüm ekranı dolduran ablak suratı midemde kramp ve bulantıya sebep olduğundan izleyeceğimi de zannetmiyorum:) Ama doğal güzellikler için bir şans verilebilir belki. Romanın isminden mütevellit baskın karakteri Serena. George daha silik ve Serena'ya öyle hayran ki, onun aldığı kararların doğruluğunu ya da haklılığını sorgulamıyor bile. Ayrıca çok çabuk gaza geliyor ve Serena da bu zayıflığını sık sık kullanıyor. Biraz spoiler olacak ama aptal George son nefesinde bile Serena'ya yaranma derdinde! Kitabı bütün olarak çok sevdiğimi söyleyemem ancak kafa dağıtma niyetine okunabilir. Hoşçakalın!

8 Ocak 2019 Salı

Ruhlar Evi- Isabel Allende

Latin Amerika'nın en ünlü yazarlarından biri olarak bilinen Isabel Allende ile tanışmak için sabırsızlanıyordum ve bunun için Ruhlar Evi kesinlikle doğru bir seçimdi.

Ruhlar Evi- Isabel Allende
Aslında bu kitabı tam manasıyla anlatabilmem ya da olayları okurken verdiği hissiyatla aktarabilmem neredeyse imkansız.  Ama kitabı bitirdiğimde tam olarak şu atasözü geldi aklıma: "Dede koruk yer, torunun dişi kamaşır." Muhtemelen okuyan herkes de buna benzer şeyler düşünecektir.

Romanda olaylar sürekli akan bir nehir gibi ilerliyor ve son derece yoğun bir anlatım var. Bir de kitapta, kahramanların başına en sonunda ne geleceği hep bir önceki adımda açık edilmiş. Ama bu o kadar hoş bir şekilde yapılıyor ki, siz kahramanın başına ne geldiğini önceden öğrendiğinize üzülmüyor, tam aksine nasıl olur da başına o iş gelir diye daha çok meraklanıyorsunuz ve sayfaları  yutarcasına okuyorsunuz. 

"Barrabas bize denizden geldi, diye yazdı Clara adındaki çocuk, o güzel, çıtkırıldım yazısıyla." diye başlıyor roman. Clara geleceği görme yetisi olan küçük bir kızdır ve hayatındaki önemli olayları kaydetmek gibi bir huyu vardır. Clara'nın ablası Rosa yeşil saçları, mermer teni ve bal rengi gözleriyle tıpkı bir deniz kızına benzemektedir ve göz alıcı güzelliğiyle herkesi büyülemektedir. Baş kahraman Esteban Rosa'ya ilk görüşte aşık olur ve ailesinin onayını alarak Rosa ile nişanlanır. Varlıklı ailesinin Rosa'ya sunduğu hayatı devam ettirebilmek ve Rosa'nın karşısına zengin bir koca olarak çıkabilmek için Esteban maden işletmeye başlar. Ancak Rosa beklenmedik bir şekilde hayatını kaybedince Esteban yıkılır. Bunun üzerine kendini çalışmaya ve ailesi tarafından yıllar önce terk edilmiş çiftlikleri Tres Marias'ı yeniden canlandırmaya adar. Yıllar geçtikçe Esteban, tüm hedeflerini birer birer gerçekleştirir. Zengin ve güçlü bir patrona dönüşür. Çalışan köylülere her türlü konfor ve çağdaşlığı sağlar. Buna karşılık kişilik olarak artık son derece aksi, gaddar ve öfkeli bir karaktere dönüşür. Esteban için Rosa'nın boşluğu yıllar geçse de dolmaz ancak çok yalnızdır ve nihayet evlenmeye karar verir. Bunun için tek aday ise ablasının ölümünden sonra tek kelime etmeyen, dilsiz bir hayat süren Clara'dır. Clara yıllar içinde büyümüş ve güzel bir genç kıza dönüşmüştür. Gelecekten haber veren, eşyaları hiç dokunmadan yerinden oynatabilen Clara, yıllar sonra ailesiyle ilk kez konuşur ve daha gelmeden Esteban Trueba'nın evlerine geleceğini ve onunla evlenmeye karar verdiğini ailesine bildirir.
Böylece Clara ile Esteban evlenerek Tres Marias'a yerleşirler. Çiftin ikiz erkek ve bir kız çocukları dünyaya  gelir. Clara yıllar içinde kendini  öngörü yeteneğini geliştirmeye adarken, Esteban tüm öfkesi ve servetiyle siyasete girer. Çocuklar büyür ve her biri kendi kaderini yazar. Sonrasında olaylar olaylar...

Başta da belirttiğim gibi çok yoğun bir roman, ana karakterler haricinde yan karakterlerin sayısı da oldukça fazla ve her bir karakterin hikayesi de azımsanmayacak kadar detaylı.  Dolayısıyla okunması, sindirilmesi, üzerine düşünülmesi ve bir zaman sonra daha yavaş ve tadını çıkararak tekrar okunması gereken bir kitap. Cinsellik içeren sahneler, hatta pek çok olayın dönüp dolaşıp -kaba tabirle- uçkur davasına bağlanması biraz rahatsız edici ancak büyük resim pek çok okurun hoşuna gidecek. Keyifli okumalar!

16 Kasım 2018 Cuma

Yan Evin Sırrı- Shari Lapena

Çok uzun zamandır aklımda olan ve sadece arka kapak yazısı ile bile beni çok heyecanlandıran bir gerilim romanı; Yan Evin Sırrı.
Yan Evin Sırrı- Shari Lapena
Marco ve Anne evlidir ve 6 aylık bir kız çocukları vardır. Anne doğum sonrasında aldığı kilolar ve psikolojik açıdan yaşadığı sıkıntılar nedeni ile zor günler geçirmektedir. Yan komşuları Cynthia ile Graham, genç çifti akşam yemeğine çağırmış, ancak bebeklerini getirmemelerini rica etmişlerdir.  Anne her ne kadar gitmek istemese de, Marco'nun ısrarına dayanamaz ve çocuk telsizini yanlarına almak, sırayla ve yarım saatte bir kızlarını kontrol etmek şartıyla yemeğe katılmayı kabul eder. 

Gece 12:30 da en son Marco bebeği kontrol eder ancak yarım saat sonra evlerine dönen çift kızlarını yatağında bulamaz. Bebek gitmiştir ve arkasında hiç iz bırakmamıştır. 

Polise haber veren çift perişan durumdadır. Ancak dedektif Rasbach'ın şüpheli listesinin başında, zaman zaman hafıza kaybı yaşayan ve küçüklüğünde sınıf arkadaşına ciddi fiziksel zarar veren Anne ile, Anne'in milyoner ailesinin desteği ile kendisine iş kuran ve son zamanlarda iflasın eşiğine geldiğini herkesten gizleyen Marco bulunmaktadır. 

Kitap inanılmaz sürükleyici ve kurgusu neredeyse mükemmel. Genelde bu kadar girift ilişkilerin yer aldığı kitaplarda zincir bir yerde kopar ve sonrasında saçma bir şekilde bağlanır. Ama Yan Evin Sırrı'nda Shari Lapena gerçekten iyi iş çıkarmış. Kitabı çok beğendim, hatta bir akşam annemle babama anlattım. Bayağı ilgiyle dinlediler:)  Tavsiye ederim herkese, keyifli okumalar şimdiden:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...